Türkiye işkence görenler haritası

Babamın amcaoğlu kız kaçırmıştı. Kendine de değil. Kız kaçıran bir arkadaşına yardım etmişti. Şikayet oldu. Amcamı jandarmalar köprü başında öldüresiye dövdüler. Köprü bahçemizin bitişiğiydi. Bahçe içerisinden, henüz altı yedi yaşında bir çocuk olarak amcamın nasıl öldüresiye dövüldüğünü, karakol komutanı tarafından yüzünün tekmelendiğini, toprak yolda beş altı metre nasıl sürüklenerek bir çuval yığını gibi cipin içine tıkıştırıldığını, karakol komutanı döverken, beş altı askerin nasıl tetikte, bir ayin seyreder gibi bu eylemi seyrettiklerini aklımdan çıkarmam mümkün değil.

İçim parçalanmıştı. Çocuk dünyamda, bir insan bir insanla dövüşür ve bu adil bir şey olur düşüncesi yıkılmıştı. Başka şeyler de…

Sonra ihtilal oldu. 12 Eylül…

Yıllar sonra 27 Mayıs ve 12 Eylül okumalarında o kadar işkence hikayesiyle karşılaştım ki, amcamın köprübaşında öldüresiye dövülmesinin kareleri masum kalmaya başladı.

İşkence kurumsallaşmış, devlet erkinin yüz gösterme araçlarından biri haline gelmişti.

Bu gün şöyle bir şeye ihtiyaç var:. 27 Mayıs’ta işkence görenler hayatta olmasalar bile çocukları hayatta. 12 Eylül mağdurları ise şayet işkenceden ölmedilerse hayattalar. Bunlardan benim de yanımda, yakınımda olan, hala Mamak’ın, Diyarbakır’ın, karakolların, şubelerin izlerini ruhlarında ve bedenlerinde taşıyanlar sürünerek, direnerek, umursamayarak yahut o acıyı saklama çabasıyla yaşamaya devam ediyorlar.

Madem bir hesaplaşma var, madem insanlara devlet hakkını teslim etme gibi bir insani politika belirledi. Bunu solcuların ve milliyetçilerin siyasi kitle partilerinin taş koymalarına, karşı çıkmalarına rağmen belirledi. Madem işkence haneler ibret-i alem için müze oluyor. O zaman bir sözlü kültür çalışmasıyla, özellikle darbe sonrası süreçlerde işkence görenlere dair bir sözlü kültür çalışması yapılıp, devletimizin bir zamanlar ne kadar müşfik olduğu bu ağızlardan dinlenmelidir, derim.

Bu ne işe yarar?

Bir defa darbelerin terbiye etme metotlarının toplumda nelere yol açtığı daha net anlaşılır.

İkincisi istisnalar dışında derin bir suskuya bürünen işkence mağdurlarından açık özür dilenmiş olur.

Üçüncüsü buna uygun sosyal politikalar geliştirilebilir.

Dördüncüsü devlet geç de olsa yaraları sarma konusunda yeni adımlar atabilir.

Beşincisi hâlâ aramızda dolaşan 12 Eylül işkencecileri teşhir edilmeseler bile, vicdanlarıyla yüzleştirilebilir.

Bu sıralama uzar. Özetle bu işten zarar değil, fayda hasıl olur.

İşkence mağduru çocukların küçük kardeşleri için “Erkekçe” ve “Kadınca” dönüşüm mecmuaları çıkaranların, toplumun siyasetten uzak tutulma yollarının zemini de Amerikan Politikaları çerçevesinde değil, bir iç sorunumuz olarak sorgulanabilir.

Bunlar sevgili Selçuk Küpçük’ün “Yüzleşmenin Kişisel Tarihi” kitabını okurken aklıma geldi.

Ha bir de, işkence mağdurlarıyla dalga geçip, hiç birine işkence görmüş raporu vermeyen darbe hekimlerinin durumu var. Tabip Odaları, Tabipler Birliği gibi kuruluşlara düşüyor bu burada görev. O dönem Cemal Süreya’nın dediği gibi “Yılan Paşa Yemini” ederek kırık dökük çocuklara “işkence gördüğüne dair kanıt” yok diye raporlar verdiklerini hepimiz biliyoruz.

Yara kimdeyse merhem ona olmalı…


SON HABERLER

İlgili Haberler

Exit mobile version