SON TV

Ben – Tanrı – Kader

Ben Fikri
Her insanın gerçekten “ben” fikrine ihtiyacı vardır. “Benlik duygusu” ile “topluma dönük ben deme ihtiyacı” farklı şeylerdir. Bu durum, zaten kişi yalnız kaldığında veya içine döndüğünde kendi içinde muhatap aldığı veya sandığı, toplumun kendisini etiketlendirdiği, isimlendirdiği şekliyle öz bilincini kaybetmiş her toplumsal kölede vardır. Diğer yandan bir ben fikrine zaten ihtiyaç vardır; aksi halde kişi merkezsiz kalacaktır. Dış dünya ile alakalı yani çevresinin kendisiyle olan iletişiminde sırtını dayadığı ve güven içinde hareket edeceği bir alan belirleyemeyeceğinden, yargısı ve yorumu, beslenmek için ihtiyaç duyduğu veri tabanından bağımsız kalacaktır. Ben fikrinin oluşum-beslenme kaynağını ve merkezini diğer yazılarımızda da belirttiğimiz üzere bazı faktörler belirlemektedir: Ana rahmine düşme itibariyle annenin duygusal durumu ve fikri yapısı, doğumundan itibaren çevresinin kendisine olan muamelesiyle geçirdiği duygusal değişimler, akla hangi duygunun hâkim olacağının belirlenmesi süreci, bu safhada evde şahit oldukları, ne tür görsel – işitsel tehlikelere maruz bırakıldığı, büyüme sürecinde sahip olduklarına ve olamadıklarına olan tutumuna karşılık çevresinin tepkisi, okul – iş hayatında fiziksel görünümünün nasıl olduğu vs.. Bu ben fikri tampon vazifesi görür bir nevi. Daha iyi anlaşılması bakımından büyüme sürecindeki hatalar ve bu hataların sonuçlarıyla ilgili “bebeklerimiz ve tuzaklarımız” yazısı ayrıca incelenebilir.

Ben fikrinin, topluma yönelik ve toplumun bireylerinin kişiye olan tepki ve davranışlarıyla devamlı değişen bir zemini vardır. Kompleksli olmasının yanı sıra aynı zamanda dünü reddeden, dünü reddetmesine rağmen bugününe güvenen ve yarınların her birinde tekrar tekrar değişen çelişkili bir “ben fikri”nin sebebi, kişideki “ben fikri” merkezinin kaygan bir zeminde olmasındandır. Yani kişi en azından dünyada işlevini standart bir şekilde sözde yerine getirebilmek için sahte bir merkez icat etmek zorundadır. Aksi halde faaliyette bulunması imkânsız olacaktır.

Gerçek ‘ben’i bilmediğimiz için onun yerine sonradan uydurulmuş, başkaları temel alınarak inşa edilmiş bir ben koyarız. Devamlı değişen ve çevreden etkilenen bir ‘ben’. Küçükken biri doğuya gitmesini söylemiştir, bir başkası ise batıya. Büyüdükçe veya çevre değiştikçe, gözler dışarıya baktıkça birilerinin kuzey, birilerinin ise güney demesi ve küçüklük itibariyle dayatılan bu yönlere kabiliyeti dışında kayması durumuyla derken her bir yandan dayatılan yönlerin tam ortasında sıkışmış bulur kendisini. Artık “herkes böyle” psikolojisi bu durumun vahametini fark etmeye kapatmıştır kişiyi. Ve sıkıştığı bu yeri ben fikri için merkez kabul etmiştir. Herkes herkesi farklı bir yere iterken aslında toplum asırlar boyunca sürüler halinde beraber değişmiş, insanlar beraber aynı fikre sahip olmuşlardır. Ben aynı şeyi düşünmüyorum dese de kişi, toplumun sevdiği şeyleri sever olmuştur. Buna ait konular diğer yazılarımızda açıklanmıştır.

Derken merkezini kaybetmiş ve toplum tarafından yapay bir “ben fikri” merkezine getirilmiş kişi, gerçek merkezini asla bilemez duruma gelmiştir – getirilmiştir! Gerçek merkezi ise yapmak için doğduğu kabiliyetinin kendisinde gizli olduğu yapay benliğinin arkasındadır. “Yapay Benlik” yazılarımızda ve “Sen Ölünce” yazımızda buna dair bilgiler bulabilirsiniz. “Kişi zaten devamlı değişmez mi? Değişim kötü müdür?” denilirse; toplumda fiziksel şeylerin değişmesinde sorun yoktur. Bilgi paylaşılır ve paylaşıldıkça hizmete dönüşür. Teknoloji değişimin ve birikimin hediyesidir insanlığa. Toplumsal tesir bu konuda güzeldir. Fakat duygular? Bilgi ve ilim farklı şeylerdir. Bilgi insanların ortak çalışarak elde edeceği ve bireyin – toplumun fiziksel olarak faydalanacağı şeylerdir. İlim ise kişinin tamamen hayatı, dış tesirlerden arınmış duygularıyla ve yine dış tesirlerden arınmış bir akılla yorumlaması kabiliyetidir. Bilgi bakımından tesir ile duygusal anlamda tesir bu açıdan farklıdır.

Bilinçaltı – Zihin – Kalp
Şöyle ki;

İnsanda zihin, bilinçaltı ve kalp vardır. Bilinçaltı, zihin ile kalp arasındadır. İnsanın kalbinden beslenememesinin sebebi, kalbi ile zihninin arasını tıkayan bilinçaltıdır. Bilinçaltı; insanda var olan “toplumun kalbi” mesabesindedir. Topluma ait bir birey olmasını ve birey olarak topluma katkıda bulunmasını sağlar. Zihnin beslenmesi ve kendisiyle hayatı yorumlaması gereken ise; bilinçaltının zihin ile arasını kapattığı kalbidir. Yani bilinçaltına “gölge kalp”, kalbe ise “asıl kalp” diyebiliriz konuyu açıklarken anlaşılması açısından.

Aklın Fiziksel ve Fizikötesi Yorumu ( Akl-ı meaş – Akl-ı mead )

Sol ve sağ beyinden bahsedecek olursak; sağ beyin kısaca deha ile, üretmek ile, imkansızı mümkün görebilmekle alakalıdır. Duygular ile hatta asıl kastedilen konu olarak kalple doğrudan bağlantılı olan tek nimettir. Sol beyin ise mantıksal hesaplamaların yapıldığı, ilişkili zihindir.

Bütün semavi dinler kalbe önem vermişlerdir. Hatta kader – tanrı gibi fiziksel anlamda tam olarak bilinmesi mümkün olmayan konulara ancak kalp ile ulaşılabilineceğini söylemişlerdir. Tasavvuf ehli insanlar sağ beyin yoluyla kalbe inildikten sonra elde edilen ruhani akla “akl-ı mead”; dünya gezegeninde yaşanılabilinmesini sağlayacak olan dünyevi akla ise “akl-ı meaş” demişlerdir. İnsan için ikisi de ihtiyaçtır. “Akl-ı meaş” denilen akıl ile (sol beynin zirveye çıktığı mantıksal zihin – ilişkili zihin) metafizik bir durumun değerlendirilemeyeceği özellikle vurgulanır. Çünkü bu akıl fizikseldir. Empati yapılırken bu kısım kullanılır. Mantıksal olduğundan devamlı kıyaslar. İki artı iki dörttür der. Veri yönelimlidir, olayları elindeki konu hakkında görsel- işitsel – enerji yoluyla elde ettiği veriye göre yorumlar. Geleceği yorumlamak için geçmişi kullanır, bu yüzden ilişkilidir. Kişi topladığı veri ile yorumladığından da hayat onun için her zaman yorumladığı şekildedir (tehlike!) ve bu yüzden hep dışa dönüktür. Toplumsaldır, toplumsal olduğu için kurallaştırır. Sabit kalır. Değişimi sadece en fazla sabitlikten kaçmak içindir. Bir şeyden kaçan kaçtığı şeyin esiridir.

“Ruhun aklı” da denilen “akl-ı mead” ise (sağ beyin yoluyla bilinçaltının geçilip kalbin kullanılmasıyla elde edilen akıl) metafizik durumları değerlendirir. İlişkisizdir. Dünü – geleceği düşünmez, “an”’ı değerlendirir. Şimdide kalır ve empati kurmaz. Empati kurmak iyidir fakat empati mantıksal zihin – ilişkili zihin (sol beyin) ile alakalı olduğundan dolayı fiziksel gelişmelerde önemlidir. Teknoloji, hukuk vs. alanlarında iyidir. Fakat hatırlarsak sağ beyin empati kurmaz demiştik. Demek ki burada iki ayrı yöneliş ve iki ayrı yönelişte kullanılan iki farklı mekanizma var. Dışa dönük durumlarda (toplum –birey) mantıksal zihin – ilişkili zihin devrededir ve empati gereklidir. İçe dönük durumlarda ise toplumsal tesirden duyguları uzak tutmak ve tesirsiz kalmak adına öz benlik ve yaratıcı ile alakalı olarak; metafizik durumları değerlendiren ve empati kuramayan sağ beyin gerekir. Kısaca dışa dönük olanında sadece fiziksel durumlar ve kavramlar, içe dönük olanında ise sadece manevi kavramlar değerlendirilir anlaşılır. Örneğin dışa dönük durumda toplum – eşya, içe dönük durumda öz benlik – ruh ve tanrı. İkisi birbirine karışmış bir kişinin alacağı cevap asla yoktur. Örneğin birine dokunursun. Bilgi elde edersin. Görürsün. Sevdiğin zaman içe dönüksündür. Kişiyi anlatabilirsin. Ama sevgiyi anlatamazsın “içsel bir deneyim”dir. Dolayısıyla dışa dönük olmakla alakalı veri yönelimli zihin ile en fazla tartışırsın kıyaslarsın belki haklıda çıkarsın ama hakikati hep es geçersin.

Empati
Hatırlayın. Biriyle kavga etmeden önce onun minyatürünü içimizde oluştururuz. Bir nevi sanal bir kopyasını yaparız kavga edeceğimiz veya kavga edip tartıştığımız kişinin. İçimizdeki sanal karşılığıyla konuşuruz, tartışırız. “Şunu derse ben de bunu derim” veya “şöyle yaparsa böyle yaparım” şeklinde senaryolar üreterek muhatabımızın içimizde oluşturduğumuz sanal karşılığıyla mücadele ederiz. Tıpkı gördüğü birisine şehvetlenen kişinin hayalinde sevişmesi gibi. Gördüğü birine karşı duygusal bir bağ kuran birinin hayalinde onunla gezmesi kendi sevgisi ile muhatabını yorumlaması gibi. Ve çoğunlukla evlenildiğinde ve gerçek başladığında “çok değiştin sen böyle değildin biz flört ederken” demesi gibi. Ki aslında muhatabı hep aynıydı. Kendi fikirlerini ve yorumlarını kullanarak muhatabına anlam yüklemişti. : )

Veya kimi sinirlendiğinde muhatabını hayalinde türlü işkencelere maruz bırakır, kimisi ise hayal dünyasında saatlerce tartışır, tartışmaya hazırlanır. Sonrasında içimizde büyüttüğümüz, sabitlediğimiz ve duygularımızdan yarattığımız o sanala olan tavrımız, kavga edeceğimiz veya ettiğimiz muhatabımıza olan tavrımızı belirler. Oysa kişinin muhatabında seyrettiğini sandığı kendi fikirleridir. Kişinin sevdiği veya öfkelendiği muhatap olmaktan çıkar, kendisi oluverir.

Tanrı ile Empati Hatası
Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi çocukluk itibariyle sağ beynin çalışması minimize olmuş, kalbe köprü olan bilinçaltı çöpe dönmüş ve bu yüzden artık duyguları belirleyen etken tamamen dış tesirler olmuştur. İşte böylece kişi “kader” ile alakalı soruları sormaya başlar. Oysa bu sorular ortalama 6-7 yaş sorusudur; ya da duygusal zekâsı, geride kalmış ve ilerlememiş bir insanın sorusudur.. İşte bu kişi Tanrı ile empati kurar, kurma ihtiyacı hisseder. İnanıp inanmama meselesi değil konumuz, “ateizm” veya zıddı olan “teizm” de değildir. Bu nokta iyi anlaşılmalı.

Konumuz kişinin inandığı veya inanmadığı Tanrı ile empati kurmasıdır. Empati denilince aklımıza sol beyin – mantıksal zihin – ilişkili zihin gelir hemen 🙂 sol beyin veya tasavvufçuların deyimiyle akl-ı meaş görevini yapar. Para sayma, mont-ceket üretme ve hesap yapma işine yarayan tarafımızı inandığımız veya inanmadığımız Tanrıyı anlamak için kullanırsak mecburen empati yapmak durumunda kalırız. Ve böylelikle asla anlayamamanın da yolunu açarız. “Bir öküzle empati yapar mısın?” denilse tepki gösterilir hemen, “Ben öküz değilim” denilir, ki bu doğrudur. Öyleyse bu durum kişiyi; “Tanrıyla empati yapılamaz çünkü Tanrı değilsin” sonucuna götürmelidir, doğru olan budur.

İnanmayan meşgul olmaz, inanan ise bulmakla mükelleftir. Kişinin kendisinde başlar bu süreç. O yüzden peygamberler hep “Kendini bilen Rabbini bilir” demişlerdir. İnsanın kendine bakabilen tarafı, sol beyni değildir; kasıtlı şekilde kapatılmış olan sağ beynidir. Dikkat ederseniz; yıllar önce sanat, müzik veya resim alanında üretim varken şimdi kabiliyetli varsayılan bir bireyin ürettiği taklitten öteye geçemiyor. Ve sistem taklidi teşvik ediyor. ‘Yetenek’ denilen kavram en iyi ihtimalle ‘iyi taklit’ ile eşdeğer olmuş. Sanki her alanda türlerinin en son örnekleri olan sanatçı kimseleri anmak adına taklitlerle yaşatıyoruz, buna yönelik programlar düzenliyoruz. Asırlardır kalbe giden yolun tahribatı için, köleleştirme stratejileri uyguladılar ve bu işe hayallerden başladılar. Hiç ilgilenmediğimiz bir konu oldu bu, tıpkı yönetilen bir kölenin bakılmasının istenmediği yere bakmaması gerektiği gibi. Kalbe giden yolu kapatarak insanın imkânsızı mümkün gören tarafını öldürdüler.

Konumuza devam edersek; bilinçaltı ve devamında kalbe giden yol ise tamamen sağ beyinle alakalıdır. O halde bilinçaltı için, sağ beyin ile kalp arasında bir köprü diyebiliriz. Genelde tüm ruh bilimi bu konuya bu veya buna benzer şekillerde bakmışlardır.

Konumuz kader iken neden “benlik fikri” – “sağ beyin – sol beyin – bilinçaltı – kalp” gibi konulara girilmiştir? Sebebi konu işlendikçe açığa çıkacaktır diye temenni ediyorum.

Kader
“Kaderimiz önceden yazılmış mıdır? Öyleyse ne yapacağımız belli”, “Kaderimiz yazılmamış mıdır? O halde Allah bilmiyor muydu?” gibi sorular.

Kişinin yoğun bir şekilde çevresiyle olan alakası ve dışa dönüklüğü, empati kurma yönü bu kafa karıştırıcı soruyu ortaya çıkarır. Tanrıya inanan içinse bu konu; inancın bitimiyle, iman ile elde edilmiş basiretin, sonsuz sükûnet ve huzur halidir.

İnanç bir duygu durumudur. İman ise tamamen metafiziksel bir kavramdır. İnsanın fiziksel olarak ihtiyaçlı olmasından kaynaklanan Tanrı inancı fiziksel bir inançtır. Maddedir. Ve her maddenin olduğu gibi gölgesi de vardır. Bu yüzden inanç arttıkça onun gölgesi konumundaki şüphe de artar ve ancak kalp devreye girdiğinde, dış ve iç ayrıştığında; tasavvufi tabir ile açıklayacak olursak; akl-ı meaş ile dışa dönük, akl-ı mead ile içe dönük olunduğunda, bu ayrışma sonucunda içe bakış ve devamında içsel kalbi süreç başladığında, artık iç âlem fiziksel âlem olmadığından inanç yerini imana bırakır. Ve imanda ispata yer yoktur. Tıpkı sevgi gibi, zira sevgi bir deneyimdir. Sevgi anlatılmaz, o deneyimi tadarsın sadece. İspat edemezsin, anlatamazsın. Anlatamayacağını da ayrıca bilirsin. İman konusunda da her anlattığın; senin duygularının aldığı kadarıyla olan bu imanı cümle yoluyla yorumlarken, muhatabının kendi duygularıyla ekstra yorumlaması ile sonuçlanacaktır. Yorum ise, empatik bir durumdur. O bakımdan hakikat kendisini ispatlamaz; kişi kendisini hakikate ispatlar denir. Bu evrensel olarak kullanılan doğru bir sözdür. Zira kişinin kendisi kelimelere yüklediği anlamla anlatırken, muhatabı da duyduğu kelimelere kendi duygularıyla yüklediği anlamı algılar. Anlayış görecelidir ve kişiden kişiye değişir, hakikat ise tektir.

Bu bakımdan Tanrıdan veya kaderden önce kişinin kendisini, duygularını, aklını bilmesi gerekmektedir. “Ben biliyorum zaten” diyen kişinin durumu, “Veri yönelimli zihin” olarak bahsettiğimiz kategoriye girer. Çünkü içsel manada gelmiş geçmiş tüm söz sahibi kişiler, sonu olmayanı bilmenin karşılığı olan kendini bilmek konusunda “ben biliyorum” dememiştir, diyememiştir. Kötülemek anlamında demişlerdir fakat kastettikleri ruh değil egodur. Ve yine kastettikleri cüretkârlık değil, egolarının çirkinliğinin vurgulanmasıdır.

Kaderle alakalı olarak; “Bugün neler yaptın” “Hiç..” bu kişinin kendisinde gördüğü şahsi yorumudur. “Nasıl hiçbir şey? Ama şunları şunları şunları yapmıştın..”
Peki, bu durumda insan yaratılmadan önce Tanrının yazdığı, o durumla ilgili “hiçbir şey” midir? Yoksa muhatabın takılması ve dışarıya olan alakasıyla sende gördüğü müdür? Kişi ilahi ezeli aklı sorgularken; kendi tuzağını, sorusunu sorarken hazırlar.

“Alaka kurduğun kadarıdır yazılan” dense, Alaka kurduğunu sandığı şey, diğer bir şahsa göre “hiçbir şey” olabileceğinden yine başa dönülür. Bu örneğin tutarlı bir tarafı yok. Kastedilen, yukarıda bahsedilen duygusal durumunla, akli durumunla, bilinçaltı durumunla hayata bakışın ve bununla olan yorumundur. Ve aynı konuya ait bir başkasının yorumu farklıdır. Bu farklılık tamamen yorumla alakalı olduğu gibi Tanrının bilmesiyle ilişkilendirilmeden önce daha fiziksel anlamda bakış açısı çeşitlerine muhatap kılındığında görülen çelişki durumudur. .
Mesele onun yazıp yazmadığı, bilip bilmediği değildir aslında. Bu sorunun neden(!) sorulduğudur. İnsan bu soruyu kendisine sorduğunda ilk sırıtan şey; “işine gelmeyenler” olacaktır. Ve insan işine gelenler hakkında ilahi ezeli aklı nedense : ) sorgulamayacaktır.

Etki- tepki alanı dışında (veri yönelimli zihin – sol beyin- mantıksal –akl-ı meaş) hayatı seyreden kişi için kader nedir? Etki tepki yoğunluğu çok fazla olan için yazılan nedir? Bu ilahi “bilgi” değil. İlahi “ilim” dir. Bilgi birikiminin mantıksal zihin tarafından yorumlanmasıyla kişi ilim ile bilgi arasındaki farkı kavrayamaz. O yüzden bir bakarsın ki bir tane âlim çıkmış ihtişamlı dini bilgisiyle (!) “Allah insan yaşarken kaderi belirliyor – biliyor.” veya “Allah gaybı yaratırken biliyor” gibi cümleler tüketiyordur. Burada da toplum; âlimin bilgisine, kariyerine hayran olurken ve âlimi bu verilerle yargılarken âlimin değerlendirişindeki tuzağı fark edemez. Oysa milyon bilgi yerine sadece tek bir bilginin ilme dönüşmüş hali kişiyi farklılaştırır.

Kişinin bedenide benliği gibi dışarıdan verilmiştir. Seni çevreleyen bu dünyada yaşamanı sağlayan bir mekanizmadır beden. Mükemmel surette yaratılmışsındır sonra aşağıların aşağısına gönderilmişsindir ve bu safhada beden giydirilmiştir dışarıdan verilerek (Tin suresi). Gözlerin arkasından bakan ise öz benliktir. Ulaşılmayan ama ulaşılması gereken. Ve benliğinde dışarıdan sana verilmiştir. Doğumundan öncesini hatırlayamazsın, “Ben” fikrinin oluşmadığı bebekliğini hatırlayamazsın. O yüzden korkar insan, dışarıdan verilenlerin kaybından korkar. Bebekliğinde sende olan neydi? Hatırlamanın önüne geçen neydi? “Ben fikri” sonradan oluştu, o bedeni sahiplendi. Ve öz benliğini örttü. Ve oluşumu itibariyle sadece bedenle alakalı geçmişi hatırlıyor oldu? Tamamını da değil üstelik. Peki ya öncesi? Giden neydi? Ve gidenin yerini alan şey? Dev korkuların sebebi işte bu. Birilerinin reenkarnasyon dedikleri şey de bu. Tasavvuf ehli insanlara bilgisizlikten dolayı reenkarnasyoncu denilmesinin de sebebi bu. Bilgi çöplüğüyle kişilerin yorumlanması. Kendisine ait olmayan bilgilerle, yorumlama kabiliyetini dahi bilgiyi aldığından alarak böylesi tarihlere mal olmuş kişilerin eleştirilmesi. Veya daha kendisini yorumlayamayan kişinin, Tanrıyı topluma yorumlama cüreti.

“Yapay benlik” öz benliği örten toplumsal bir benliktir. İnsanların duygularından elde edilen bir benlik.. Öz benliği örten “yapay benlik”.. İnsanın ölümünde bir akım şeklinde “paket veri” halinde kalan, enerji akımı olarak kalan ve sonraki korunmayan nesle akacak olan, bazılarının reenkarnasyon dedikleri şey bu. Tasavvuf ehli de bunu kabul eder ama adına reenkarnasyon demez, ruh da demez, “yapay benlik” der. “doğurgan zihin” der. Sadece söylenme dili değişiktir. Ruh bu değildir çünkü Ruh, yapay benliğin örttüğüdür. Kendisine enerji denmeyendir. Nerden mi biliyorum 🙂 Ruh Tanrıya aitse, Tanrı hakkında ne dersen ruh hakkında da aynı şeyi demek zorundasındır. Dolayısıyla yorumlanan her şey fizikseldir. zaten “yapay benlik” kişinin kendisini dış dünya ile başkalarının algısıyla yorumlamasıdır. olumlu veya olumsuz.

İlişkili Zihnin Değerlendirmesi (Maddi yargı)
İlişkili zihne, “Ruh mu büyüktür, Tanrımı?” diye sorsan “Tanrı elbette ki” der. Hâlbu ki bu yine kaderi ve Tanrıyı yorumlamaya çalışan toplumun elinde tek kalan “ilişkili zihnin – mantıksal zihnin” parça bütün ilişkisidir. “Bir şey bir şeye aitse ayrışmak – koparılmak olur mantıksal – madde akla göre. Bir şeyden çok şey çıktıysa ve çok çok daha fazlası çıkabilecekse, çıkan her şey kendisinden çıkan tarafından yönetiliyorsa çıkan çok şey kendisinden çıkılandan küçüktür. “Ruhlar Tanrıdan çıktılarsa ruh elbette ki küçüktür” demek gibi. Farkındaysanız konu Tanrı, yorumlayan ise fiziksel akıl. Ve kendi bakış açısına göre yorumluyor. Madde olduğu için madde mantığıyla yorumluyor, parça – bütün şeklinde.. Hâlbu ki bir şey sonsuz ise ona ait her şey sonsuzdur. Tarifsizdir.

Reenkarnasyon – Yapay Benlik ve Ruh
“Yapay benlik” veya ruhu ego sananların(!) “reenkarnasyon” dedikleri; gidenlerden arta kalan, yeni doğan çocuğa aile tarafından giydirilen bir imajdır. Korunmasız oluşuna göre yapay benlik, bir akım olarak bilinçaltını doldurur. Bilinçaltını dolduran bu kirli imaj ise duyguları yönlendirir ve duygularsa aklı. Miras bırakılmıştır. Ve aile çocuğunun öz benliğini korumayarak, açık kapı bırakarak bu yapay benliğin bilinçaltına bir paket halinde sızmasına izin verir. Sadece bedenler veya organlar değildir bağışlanan. Yapay benlikler kontrolsüzce giydiriliyor sahipsiz her bebeğe. Bilinçaltından sızıp kalpleri tıkıyor, içe bakış çocukken kaybettiriliyor. İşte bu bakış açısı bir bebeğin fiziksel görünümü ve fiziksel rahatsızlıkları ve gelişiminde dışarıya karşı nasıl olacağı dışında ilgilenilecek bir şey görmez. Bu tamamıyla kimlik rahatsızlığıdır toplumu saran ve “sürü psikolojisi” ile rahatlıkla görmezden gelinen evlat katilliği durumudur.

Eğer çocukluğun itibariyle eğitilmeyen bilinçaltına sahip olan sen; organ gibi, bağışlanan ve sana zorla giydirilen bu yapay kimlikle uyuşuyorsan her şeyin önceden zaten belirlenmiştir. Bir ırmağın dalgaları gibi.. Önceki dalgaların belirlediği – ittiği – oluşturduğu yeni bir dalga. Ölen kişilerin hayatta bıraktıkları kötülüklerin ve bu karakter akımının eğitimsiz bir bilinçaltına ve milyonlarca bilinçaltına girmesi.. Budizm’e göre Reenkarnasyon budur. Hatta kişi budur. Kuantumcularda buna yakın konuşurlar. Ama gerçekte öz; bunların gelmesiyle gidendir. Kaybedilen, hatırlanmayandır. Konu dışı olandır. Bu ise İslam’a göre ruhtur. Fakat bu ayrışmaları bilmeyen bir sürü bilgi çöplüğünden ibaret âlim ise; tasavvufu Budizm ile elbette ki kıyaslar. Tasavvufu Budizm’le kıyaslamak ne kadar yanlış ise; günümüzde tasavvuf adı altında putperestlik yapıldığı yanlışının da görmezden gelinmemesi gerekir. “Mevlana’yı gerçekten sevenler ve Mevlana’yı kullanan Budistler” adıyla ayrıca bir makale yayımlanacaktır.

Dün ve Bugün Arasındaki Farklar Neler?
“Allah her şeyi bilmek zorunda olduğundan biliyor” yaygaralarının da doğruyu kullanarak yanlışa götüren tarafları vardır.. Çünkü insan o kadar özgür ve o kadarda sorumlu olmaktan korkar. Zira bu özgürlük risklidir. Bir güce dayanma ihtiyacı da kişiyi kaderci yapabilir. Sorumluluktan kaçma ihtiyacı da kişiyi kadere inanmaya sevk edebilir. Kadercilik; “Sonuçta böyle olması gerekiyordu ve oldu” seklinde kişinin hatalarını başka bir güce mal edeceği bir durumada dönüşebilir. “Sadece doğruyu seçmekte özgür olmak” düşüncesi da tercihi elinde bulundurmaktan yoksunluktur. Çünkü buda sorumluluğu başka bir güce mal etme rahatlığına, tembelliğe götürür. “Nasılsa olması gereken olacak” şeklinde düşündürtür. Birileri ise böyle sorunları ortadan kaldırmak için “Kişi kendi işini yaratır” diyerek Allah’ı uzaklaştırmıştır. Bu Tanrı olgusuna hepten terstir.. “Kadere inanmak” mecburidir. Buradaki mecburiyet “Sıkıysa inanma” anlamında değildir ama. Tanrı hakkında yargılarda bulunan, Tanrıya empati yapan kimse aslında kafasındaki Tanrı imajında kendisini seyreder, Tanrıya yüklediği sıfatlar kendi benliğinde gördükleridir. Örneğin Tanrıyı diktatör bulanların yapılarında diktatörlük, narsist diyenlerin yapılarında ise narsizm vardır. Burada mecburiyet hisseden kişi “Camdan atlarsan düşersin” cümlesinden “Sıkıysa düşme” anlamını çıkaran kişiye benzer. Tanrıya inanan için kadere inanmak mecburidir. Fakat kişi bu mecburiyeti Tanrı bakımından değerlendirdiği an tuzağa düşer belirtilen sebeplerden dolayı.

Bazen tanrıya inanmak kişi için farklı şekilde mecbur olur. İnanman artık seni masum yapacaksa da inanırsın. 🙂
Kendisini bulmadan Allah’ı arayamayacağını anlayamaz kişi. Şantaja dönüştürür sonrasında konuyu. “Neden, neden, neden??” “Sen ispat et, bende söz her şeyi yapacam” vs ilk yanılgı; kendisi sandığı zan. Yanılgı. Bunu “Yapay benlik” yazılarımızda teferruatlı bulabilirsiniz. Sonra “Neden beni görmüyor?” ya da “Neden ulaşamıyorum?” soruları.. Çünkü ben sandığın şey karanlığın dibinde. Yani yapay benliğin arkasında o gözlerin ardından bakandır hakikat.

Nasreddin Hoca samanlıkta kaybettiği iğnesini, samanlık karanlık diye bahçede arar ya işte sen de hocanın kaybolan iğnesini aslında samanlıkta araması gerektiği gibi kendi hakikatini bulabilmen için karanlığınla yüzleşmelisin. Kendini tırmalamalısın. Kendisi hariç her şeyi tırmalayanlar samanlıkta kaybolan iğneyi dışarıda bulamayacaklar.

Aksi halde çelişkiden ibaret olursun. İnsanın evde yatarken kendisini denizde yüzüyor hayal etmesi gibi, hayallerinde var olursun. Zindandayken kurtulmayı çabalamak yerine kendini hayal ettiğin yerde düşünürsün ve hayalindekini kendin sanırsın, ona inandırırsın. Bir yalanı gerçek kabul ederek ve sonunda da kendinden kaçmak için o gerçekliğe inanarak yaşarsın. Oysa hayallerinin; toplumu ayna olarak kullanmanla birlikte hızla değiştiğini fark etmezsin. Herkes birbirine bakıp kendisini düzeltirken, kişinin asıl koruması gereken kendi iç aynası kırılır. Kendi aynasını kaybeden kişide başkalarını ayna olarak kullanır. Ve sonra başkalarının, hatta Tanrı inancının bile kendisine ayna olduğunu unutur. Hayalindeki sözde özgürlük sadece kendinden kaçmakla mümkün olur. Gerçekte özgür olman için önce kendini, bulunduğun yeri, herkesin kendisini bir diğerine zincirlediği toplumun kendisine ait olan zincirin halkasını ve içsel kaçış planını fark etmen gerekir. ( Allaha kaçın – Ayet )

Kişi sevdiğine dönüşür. Ve ona olan sevgisini hayatı yorumlarken kullanır. Arabayı seversen ona dönüşürsün, hayatı onunla yorumlarsın. Evi seversen eşyaya dönüşürsün. Kadını veya erkeği seversen hayatı ona ait sevginle yorumlarsın. Muhatabın olan bir kişiyi seversen seni yine ona dönüştürür. Hiçbir şey sevgi kadar dönüştürücü değildir. Kendini kaybedersen başkalarıyla var olursun. İşte kişinin özünü kaybetmesiyle birlikte başkalarıyla var olması böyle başlar.

Dışa dönük olduğun için sevgine kıyafet sen olmazsın. Sevgin senin değil başkasının kıyafetini giyer. Kendi özüne olması gereken tüm duygularını başkasında görürsün, onu ihtiyacın sanırsın. Ve gerginlik baslar. Çünkü kimse sana asla uymaz, uymayacaktır. Sevgine kıyafet arar durursun. Bir süre sonra bu arayış dönüşe dönüşe sevginin tutkuya dönüşmüş haline yönelik olur. Tutku hızlı yaşamanı ve asla hayatı farkedememeni sağlar tüketim toplumunun zavallı bir kurbanı ve kuklası olursun, tutkuyla bağlandığından farkında olmadan kendi ihtiyacını beklersin. Asla ihtiyacını alamadığın gibi sen hariç herkes suçlu oluverir. Hâlbuki bu normalde kendi içinden kendi ihtiyacını beklemenken; bu kez ihtiyacını kendine ait sevgiye kıyafet olarak giydirdiğin muhatabında ararsın. Ve hiç bir zaman bulamazsın. Arayışın toplumsal bir yorumdur. Bulduğunu sandığın yorumdan ibarettir. İçindeki feryad ise gerçektir. Her bulamadığında mecburen muhatabına dönüşürsün. Hayat boyu dönüşüm mücadelesi yaşarsın asla değişemezsin; kendinden uzaklaşarak, günden güne kendini yok ederek dönüşürsün ve yok olursun.

Varlığını kaybeden bir yokluk olursun…
Psikolog Hilal İNAN – Eyüp BAĞ