SON TV

Olmadı Sayın Başbakan’ım!

Türkiye’de demokrasi bir kaç “level” yükseldi. Artık 1997’lerdeki “apoletli demokrasi” devrinde değiliz. Sadece “apoletli demokrasi” değil, sözde sivillerin, meclisten milletvekili kovdukları dönemlerde de değiliz. 312 generalin Vakit’e yüklendiği zamanlar çoktaaan geçti. “Şu gelecek, şu gelmeyecek” diye akreditasyon falının çekildiği ilkel demokrasi çağı sanki 100 yıl gerilerde kalmış gibi hissediyoruz kendimizi. Yani o kadar rahat ve bir o kadar da kendimize, demokrasimize güveniyoruz artık.

Bu devirde, gazetelere akreditasyon uygulamak, açıklanacak olan demokrasi paketinin rununa terstir. Basın toplantısına gelseler, etkileri sinek vızıltısı kadar bile hissedilmeyecek gazeteleri, akreditasyona tabi tutmak, karşı gücü kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramaz. Basın toplantısına gelselerdi, toplantıya katılan bütün gazete ve televizyonlardan biri olacaklardı ama şimdi, onlar “karşı güç” olarak sıradan değil, çizgi dışına itilerek özel bir statüye oturmuşlardır. Oturdukları yerde salvolarla, demokrasimize “level atlatacak” olan hamleleri kirletecekler ve hatta basın-yayın organlarıyla uğraşılarak gereksiz yere enerji harcanacak.

İktidarın, yıllarca eleştirdiklerine benzemesi de doğru değildir. Biz eleştirdiğimiz tavırlar sebebiyle demokrasimizi ancak bu seviyeye getirdik. Şimdi, eleştirdiğimiz tavırları bizim göstermemiz, yerleştirilmek istenen demokrasinin ruhuna aykırıdır.

Basın toplantısına alınmayacak gazete ve televizyonlara duyduğum öfke, Sayın Başbakan’ın bir ise, benim bin’dir… Vaktim olsa, bu gazete ve televizyonları olumsuzlayan yüzlerce yazı yazmak ve en sert üslubumu kullanmak isterim. Zerrece acımam yazılarımda!…

Özellikle son aylarda Başbakan ve ailesi için sarf edilen en kaba küfürleri bu gazeteler teşvik etmişler ve utanmadan yayınlayarak, küfür etmeyi meşrulaştırmaya çalışmışlardır.

Yaptıkları yayınlarla, ülkenin ufkunu karartan yayın organlarıdır bunlar. Bana kalsa, bunlara değil demokratik ortamda yaşama hakkı, bir kelime yazma hakkı bile tanımam. Ama bu tavrım sadece öfkemi sakinleştirir; ülkeyi demokratikleştirmez.

Şahsî planda, Sayın Başbakan’ın akreditasyon uygulamasına zerrece söz söylemem. Üç ay boyunca, Başbakan’ı her gün idam sehpasına gönderen, yayınlarını küfürlerle dolduran bu televizyon ve gazetelere karşı öfkeli olmasına değil ben, hiç kimsenin diyeceği birşey yoktur. Biri benim anama, eşime, evladıma küfredecek olsa, hemen gereğini yapar, hesabımı anında kapatırdım.

Şahsî planda öfkelerimiz normal karşılanır. Zaten öfke duymazsak, insanlığımızın bir tarafı fakirleşmiş demektir. Yani öfke, beşer olmanın inkâr edilemez bir parçasıdır. Ama devlet yönetiyorsak ve problemleri çözüyorsak, öfke, problemin çözüm tarafını değil, düğüm tarafını oluşturmamalıdır.

Biz vaktiyle, sadece bizim takip ettiğimiz gazete ve televizyonlara akreditasyon uygulamasına karşı değildik; bizzat akreditasyonun kendisine karşıydık. Çünkü bu uygulama demokrasiye zaten yakışmıyordu; demokrasimize “level” atlatmasını beklediğimiz yeni dönemin başlangıcı olacak toplantıya hiç uygun olmadı.

29 Eylül günü ve akşamı, bir kaç etkili kişiyle konuştum ve bu basın toplantısında akreditasyon uygulamasından vaz geçilmesini tavsiye ettim. Bu yazıyı yazmayı da gece geç vakte bıraktım. Gece yarısına kadar bekledim ama akreditasyonun kaldırılmasıyla ilgili bir bilgi paylaşılmadı kamuoyuyla. Bunun üzerine ben de bu yazıyı yazdım.

Keşke hiç bir kıymet-i harbiyesi olmayan televizyon ve gazetelere “akreditasyon uygulaması” tenezzülünde bulunulmasaydı. Çünkü bunlar özel muameleye değmeyecek kadar etkisiz yayın organlarıdır.