SON TV

Haluk Tözüm yazdı: Abdulhamid’den Recep Tayyip Erdoğan’a…

BDDK Kurul Üyesi Haluk Tözüm yazdı: Yenikapı Mevlevihanesi'nden Yenikapı Mitingi'ne, Abdulhamid'den Recep Tayyip Erdoğan'a...

Haluk Tözüm yazdı: Abdulhamid’den Recep Tayyip Erdoğan’a…

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Kurul Üyesi Haluk Tözüm milli iradeyle püskürtülen darbe girişiminin ardından “Yenikapı Mevlevihanesi’nden Yenikapı Mitingi’ne, Abdulhamid’den Recep Tayyip Erdoğan’a” adlı yazıyı kaleme aldı.

Yazısında FETÖ’nün kalkıştığı ve başarısızlıkla sonuçlanan darbe girişiminden bahseden Tözüm şunları yazdı;Haluk TÖZÜM

“Tarih boyunca en önemli ve etkili örgütlerin kendilerini bir din adamına izafetle tanımladıkları ya da bizzat onlar tarafından yönetildiklerinin örnekleri çoktur. Örneğin, temelde bir asker-rahip karışımı üye profilinden oluşan Tapınak Şövalyeleri kendilerini Aziz Bernard’a refere ederler. Cizvitler’in kurucusu Aziz Ignacio de Loyola’dır. Moon tarikatı da rahip Sun Myung Moon tarafından kurulmuştur. Dini argümanların güçlü belirleyiciliği, dini duyguların insanoğlunu etkileyen en önemli faktörlerden biri olmasından hareketle, varlığına, olay ve eylemlerine anlam katmak, toplumsal statü açlığını kendisine sunulan vaatler dolayımında tatmin etmek isteyen yığınların iradelerini teslim alma kolaylığı yaratmasından dolayı kullanan bu tür yapılar sözde dini bir gaye ile yola çıkmakta, müntesiplerini muhayyel bir idealin aldatıcı ışığına kilitlemekte ve hastalıklı bir mutlak güç istencinin gönüllü köleleri haline getirmektedir.

Bu tür yapıların ideolojik temelinde “mesiyanik” inanışlar ve kurtuluş felsefesi başat rol oynamaktadır. Mutlak güç hevesindeki bir şarlatan ya da akıl hastasının “cerbezeli” retoriğine kapılmak bazıları için çok kolaydır. Bu tür megalomani müptelaları, Mehdi-Mesih oldukları imasını takipçilerinin ruhlarına kazıyarak, travmatik, parçalı zihne sahip, partizan karakterde, kendisiyle barışık olmayan, mucize nevinden kurtarıcı reçeteler arayan, toplumsallaşma güdüleri zayıf ya da körelmiş/köreltilmiş kişileri “seçilmişlik duygusu” üzerinden avlamak suretiyle iradelerine ipotek ve zihinlerine blokaj koymaktadır. Bunun için kullanılan yöntemlerden biri de “obskürantizm”dir. Örgüt ve lideri hakkında dış dünyadan gelecek her türlü aleyhte veya çelişik bilgiye de, örgütün kendi iç bilgi havuzu dışında başka kaynaklara ulaşımı da mutlak surette engellenir.

İnsanoğluna reel hayatın somut sorunlarıyla uğraşmak yerine, şizofrenik hayaller ve idealler peşinde koşmak hem daha cazip hem de daha konforlu gelmektedir. Bu tür örgütleri kurgulayanlar, insanların bu yönünü çok iyi bilmektedir. Kimileri için de safiyane duygularla insanlara yardımcı olabilme, örneğin okul, yurt, pansiyon açma, cami yapma gibi somut salih ameller yanında, farkında olmadan yabancı servislerin operasyonel araçlarının tesisinde ve devlete ve millete operasyon çekilmesinin perdelerini örmede istihdam edilme talihsizliği de yaşamak söz konusu olabilir. FETÖ’yü tasarlayan şeytani aklın bunu başarıyla (!) gerçekleştirdiği bugün herkesin bizzat şahit olduğu bir durumdur.

Din dilini kullanarak ve milli değerleri bahane ederek binlerce insanı kendine çeken bu yapı kimini mesiyanik inanışla, kimini toplum içinde bir yer edinme ve statü endişesine cevap verme cazibesiyle, kimini hazır ve kullanışlı reçeteler sunmasıyla avlarken kimini de bahsettiğim safiyane duygularla etki alanına sokarak nesilleri heba etmiş ve devletin enerjisini boşa harcatmıştır. Özünde bakıldığında bu topraklarda yetişen insanları; arkadaşları, komşuları, meslektaşları, rakipleri, diğer grup, cemaat ve tarikat üyeleri hakkında akla hayale sığmaz kumpas, komplo ve entrikalarla hayatlarını cehenneme çevirecek ölçüde acımasız militanlara dönüştüren sırrın ne olduğunu devlet olarak çözmek zorundayız.

Bu konuda ünlü Milgram Deneyi bir fikir verebilir diye düşünüyorum. S. Milgram yaptığı deneyde; deneklerden bir bölümüne diğerlerine elektrik verme talimatını veren bir otorite eşliğinde çıkabilecekleri maksimum voltajı ölçerek, bir bireyin otorite sahibi bir kişi/kurumun talimatlarını “vicdanına aykırı olsa da” ne derece yerine getirdiğini belirlemiştir. Hannah Arendt de aynı bağlamda, “öteki”ni gözünü kırpmadan öldüren veya işkence yapan bu insanların otoriteye körü körüne bağlı oldukları, kendi hayatlarında iyi bir subay, polis, koca, baba, arkadaş, komşu olan bu katillerin kötülük yapmak için değil, amirlerinin emirlerini yerine getiren kariyerist ve üstlerinin talimatını harfi harfine yerine getiren bir görevli olduklarının altını çizer. Kötülüğü Sıradanlığı vardır ve asıl sorun da budur. Kötülükten daha tehlikeli olan kötülüğün sıradanlaşmasıdır. Burada da, Mesih-Mehdi olduklarına inandıkları mutlak otoritenin “dava” adına verdiği emirleri sorgusuz sualsiz uygulayan, bunu yaparken her türlü aracı kullanmayı meşru gören, ötekileştirdiği kişilerin hayatlarını mahvederken zerre kadar vicdan azabı ya da pişmanlık duymayan, düşünme, sorgulama, ölçme, değerlendirme, kriterlere vurma gibi ahlaki, ilmi, insani ve hukuki hiçbir değer yargısına tabi tutmayan robotlaşmış ve bireyselliğini kaybetmiş duygusuz makineler ile karşı karşıyayız. Kötülük bu kez kendi topraklarımızda sıradanlaşmıştır.

17/25 Aralık Darbe Girişimi birçoklarının gözünü açsa da; kimilerinin adeta hipnoz etkisinden çıkamaması, kimilerinin “bilişsel sapma” (cognitive bias) olgusu nedeniyle bağlılıklarının daha da güçlenmesi, kimilerinin bu yapının anlık iftira kampanyasına maruz kalmaktan korkması, kimilerinin gidecek yer bulamamaları, kimilerinin çevresel tepkilerden korkmaları ve kimilerinin de işine gelmemesi nedeniyle sınırlı bir kopuş gerçekleşmiştir. 17/25 Aralık sonrasında Paralel Yapı gerçeğini görüp, aktif tavır alma cesareti gösterenlere ise “ters manyel”den saldırılıp bazılarının cesaretlerinin kırılması ve bazılarının da tasfiye edilmesi ise ayrıca ele alınması gereken bir konudur.

FETÖ, kötülüğü sıradanlaştırırken elbette amacı devlet erkini bütünüyle ele geçirmektir. Devlet kadrolarını da, topluma ve devlete etki eden sivil kurumları da kendi elemanlarından oluşturacak ve hiçbir itiraz noktası bırakmayacak şekilde erkin kontrolü sağlanacaktır. Bu mutlak güç istencinin din ile bir ilgisi yoktur ve hatta tam da İslam’ın reddettiği hevasını ilah edinme durumudur. Mutlak güç istenci, salt devlet aygıtının ele geçirilmesi değil, toplumun gündelik hayatına giren ne varsa nüfuz etme hastalıklı arzusunu da için de barındırmaktadır. FETÖ’nün istediği, liderinin güzellemesi merkezli katı otoriter ve totaliter bir rejimdir.

Kendi yakın tarihimizde de din adamı-siyaset-iktidar-darbe ilişkilerinin çarpıcı bir örneği bulunmakta. Üstelik bu, günümüze ilişkin ilginç benzerlikler de taşımaktadır. Soner Yalçın’ın anlattığı bir anekdottan hareketle sadede gelelim: Osman Selahaddin Dede, kırkbeş yıldır İstanbul Yenikapı Mevlevihanesi’nin şeyhliğini yapıyordu…Hani şu Osmanlı derin devletinin merkezi olan ünlü Mevlevihane. Sadrazamlar Keçecizade Fuad ve Ali Paşalardan tutun şeyhülislamlara, nazırlara, valilere ve daha birçok önemli şahsiyete kadar Selahaddin Dede’ye intisap etmişlerdi. Üstelik II. Mahmud ve Abdulmecid de bu dergahın müdavimleri arasındaydı. Bunda yeniçerilere karşı dolayısıyla Bektaşilere karşı bir stratejik konumlanma amaçlandığı açıktır.

Dede’nin ise en güvendiği kişi Midhad Paşa idi. 30 Mayıs 1876’da Abdulaziz’i tahtan indirip şehid eden askeri darbenin sivil lideri Midhad Paşa, en büyük yardımcısı Askeri Mektepler Komutanı Süleyman Paşa ve üst aklı da İngiliz Büyükelçisi Sir Henry Elliot idi. Abdulaziz seleflerinin tersine her daim Yenikapı Mevlevihanesi’ne karşı bir tavır almıştı.

Abdulaziz’in hal edilmesinden sonra tahta çıkan V. Murad’ın akıl sağlığı nedeniyle tahttan indirilmesinden sonra yerine Abdulmecid’in oğlu II. Abdulhamid geçmişti. Yeni Sultan gençti ama müthiş bir zekaya ve derinlerde neler olduğunun farkına varacak kadar da sistemi tanıyacak ufka sahipti. Darbenin Osman Selahaddin Dede’nin dergahında Mithad Paşa ve iltisaklı askerler tarafından kurgulandığını biliyordu. II. Abdulhamid, hem amcasına ve devlete yapılan darbenin hesabını sormak hem de devlet içinde devlet olmaz ilkesinden hareket etmesi gerektiğini biliyordu. Sultan II. Abdulhamid, devlet otoritesini yeni baştan kurma adına darbecileri yargılayıp tasfiye etmiş, darbecilerin gerçek liderini ise köşesinde sessiz kalma kaydıyla dergahına hapsetmişti adeta. Darbenin esas karargahı burası idi.Yenikapı Mevlevihanesi o tarihten sonra etkinliğini büyük ölçüde kaybetti. Bazı yorumcular, padişahın Osman Selahaddin Dede’yi İngilizlerin baskısı nedeniyle sürgüne gönderemediğini ileri sürmektedirler.

7 Ağustos 2016 tarihinde ise Yenikapı’da devlet milletiyle bütünleşti. Bu defa Pensilvanya’da kurgulanan darbe, Yenikapı’da tarihe gömülmüştü. Farklı siyasi partilerin liderleri de, oy verenleri de oradaydı, ordumuzun üst kademesi de. Darbecilerin en baştaki hedefi olan Cumhurbaşkanımız, toplumsal bütünleşmeye de önderlik ederek yeni bir dönemin mimarı olduğunu dün Yenikapı’da tüm dünyaya göstermiş oldu. Pazar günü Yenikapı’da adeta yeni bir toplumsal sözleşme ilan edilerek, toplumun herkesimi ülkesine sahip çıktığını, darbelere karşı olduğunu, devleti ele geçirme amacındaki her türlü oluşumu reddettiğini, ayrılıkları değil birliktelikleri öne çıkaran yeni bir huzur dönemi istediğini ve özgürlükçü demokrasiyi esas aldığını tüm dünyaya göstermiştir. “

 
ETİKETLER: