SON TV

Muhammed Doğan’ın yeni kitabı: Reddülevhâm-6: Mutlak Vekîl ve Sarıklı Genç

Tahşiye Kumpası Davasında bir numaralı sanık olarak yargılanıp berat eden Muhammed Doğan’ın yeni kitabı 'Reddülevhâm-6: Mutlak Vekîl ve Sarıklı Genç' çıktı.

Muhammed Doğan’ın yeni kitabı: Reddülevhâm-6: Mutlak Vekîl ve Sarıklı Genç

Tahşiye Kumpası Davasında bir numaralı sanık olarak yargılanıp berat eden Muhammed Doğan’ın kamuoyunda uzun zaman tartışmalara yol açmaya namzed yeni kitabı Reddülevhâm-6: Mutlak Vekil ve Sarıklı Genç kitâbı Semendel Yayınları tarafından piyasaya sürüldü.

Molla Muhammed el-Kersî imzasıyla yayınlanan kitabındaki 12 konu başta Nurcular ve Tarîkatçılar olmak üzere birçok kesimi yakından ilgilendiriyor. Büyük boy ve 290 sayfa olarak basılan eserde yanlış anlaşılan ve farklı bir şekilde kamuoyuna sunulan mes’elelere Kitâb, Sünnet, İcmâ’-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukaha ölçüleriyle açıklık getiriliyor.

MUTLAK VEKÎL VE VÂRİS

Direkt olarak Nurcuları ilgilendiren ve Said Nursî’nin vefatından sonra câmia içerisinde kavram kargaşası, hâkimiyet ve mal bölüşüm kavgalarına dönüşerek mahkemelere kadar intikal eden “Mutlak Vekîl ve Mutlak Vâris” mes’elesi kitâbda ilk olarak ele alınıyor.

Risâle-i Nûr mesleği tarikat olmadığı için onda ma’nevî vekâlet ve verâsetin söz konusu olamayacağının altı çizilerek; maddî anlamda ise vekâletin müvekkilin ölümü ile sona erdiği, verâsetin ise mûrisin ancak nesebî yakınları için geçerli olabileceği, müteveffanın nesebi akrabası olmayıp verâset ve vekâlet da’vâsında bulunan yabancı kişilerin vasiyetle vâris olamayacakları, nitekim bu iddiaların mahkemeden geri döndüğü husûsuna parmak basılmıştır.

Ayrıca Said Nursî’nin vefatından sonra mütevâzî metrûkàtı ile birlikte Risâle-i Nûr’un baskılarına esas olmak üzere cildlenmiş kitâb ve mec’mualarına bir kısım talebelerinin sâhip çıkmaları, Risâle-i Nûrları bu orijinallere göre basmaları, elde edilen gelirin bir kısmının eserlerin mütebaki baskılarında kullanılması ve kalan gelirin de hayâtını Risâle-i Nûr’a vakfetmiş kimselere adâletle dağıtılması kayd ü şartıyla vasiyetname yazdığı belirtilmiştir.

Kitapta anlatılanlara göre gelişmeler bu istikamette olmamış, Said Nursî’nin el yazısı ve imzâsı taklîd edilerek ihdâs edilen vasiyetnamelerle kavram kargaşası ve câmia içerisinde “Abilik” diye bir algı oluşturularak 67 yıldır zihinlere pranga vurulmuş ve cemaat içinde ilmî inkişafa set olunmuştur.

Ortada tutarsız, birbiriyle çelişen pek çok vasiyetnâme  örnekleri mevcuddur. Bunlardan bir tanesi ise dillere destan:

“Ben gayet hasta ve perişan olduğum için gayet müstakim ve sadık vekil isteyordum, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki: bana tam bir hakiki kardaş, müstakim ve sadık Tillolu Saidi verdi.

“Ben de onu her cihetle bana ve Risale’i Nura hizmet için tevkil ediyorum. Benim vekilimdir. O, ne yapsa kendim yapıyorum gibi kabul ediyorum.”

Vekâletnâme formatına uymasa da buraya kadar olanlar normal. Anormal olan vekâletnamenin tarihi ile Noterin ismi. Konu kitâbda şöyle değerlendiriliyor:

“Görüldüğü üzere, Kur’ân hattı ile yazılan birinci nüsha, “1963” târîhlidir. Ya‘nî, Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretlerinin vefâtından üç yıl sonra tanzim edilmiştir. Çünkü, Üstâd Hazretleri 1960 yılında vefât etmiştir. Latin harfleriyle yazılan diğer nüsha ise, “1953” târîhlidir. Mührün üzerinde “Ankara” kelimesi okunmaktadır. Hâlbuki, Üstâd Hazretleri, bu târîhte Emirdağ ilçesindedir; Ankara’da değildir. İmzá da Üstâd Hazretlerinin değildir. Üstâd Hazretleri, hem imzá atmış, hem de parmak basmış!… İmzá ve târîh, ikisi de sahtedir.”

Buna karşı kitapda başka vek’aletnameler görüyoruz. Şöyle ki;

Ayrıca Said Nursî’nin –yukarıda görüldüğü üzere- ismi Osmanlıca “Saìdü’n-Nursî”, “Saìd Nursî” yazılmaz. Belge uyduranların bu inceliği fark etmedikleri görülüyor.

Kitâbda daha da enteresan olan bir husus ise, kendilerini “mutlak vekil ve vâris” olarak lanse edenlerin hayatta anlaşamadıkları, birbiriyle sürekli sürtüştükleri, birbirleriyle belge alışverişinde bulunmadıkları, nüsha farklarını kaldırarak tek bir Risâle-i Nûr Külliyatı meydana getirmek için çalışmadıkları, çok cihetlerle birbiriyle çelişen vekâletnamelerin yer aldığı Lâhika Mektûblarının ya Üstadlarının hasta olup kontrol melekesini kaybettiği bir sırada ve vefatından 8-10 sene sonra kontrolsüz bir şekilde basılmasıdır. Bunlardan başka “Mutlak Vekil”lerden Mustafa Sungur ve daha başkalarının Lâhika Mektûblarına ekleme ve çıkarma yaptıkları şu linkte yer alan 2010 tarihli Çanakkale Mevlidi videosunda açık açık görülüyor:

SARIKLI GENÇ, BEKÂRLIK, MEVLİD, ŞAHS-I MA’NEVÎ

Öte yandan doğrudan Nurcularla alâkalı olarak kitabda “Sarıklı Genç”e bir açıklama getirilmiş. Bunun gelecekte tahakkuk edecek bir makam olmayıp Said Nursî’nin saff-ı evvel talebelerinden Hüsrev Altınbaşak’ın şahsında olmuş bitmiş bir konu olduğu îzah edilmiştir.

Ayrıca, kitapta Risale-i Nûr’a hizmet için kimilerinin Hıristiyan râhib ve râhibeleri gibi bekâr kalmalarının dinde yeri olmadığı açıklanmış, İslâm’da aslolanın evlenerek çoğalıp bu konudaki hadîs-i şerifin emrine uymak olduğu; birtakım mazeretlerden dolayı bekâr kalmanın ise istisnâ teşkil ettiği belirtilmiştir.

Kitapta bütün ümmeti ilgilendiren bir de “Mevlid” mes’elesi var. Çok iyi niyetle Süleyman Çelebi ve daha başkalarınca kaleme alınan adı üstünde mevlid=doğum Resûl-i Ekrem (asm) ile daha başkalarının doğum günlerinde, düğün, nişan ve asker uğurlama ve karşılamada bir neş’e ve eğlence kaynağı olması bakımından okunması güzel bir âdet-i İslâmiyedir. Bid’a olsa bile bid’a-yı hasenedir.

Ancak bunun mecrâından saptırılarak ibadet niyetiyle mevtaların ruhlarına okunması bid’a-yı kabîhadır. Ölülerin ruhlarını muazzeb etmekten başka bir işe yaramaz. Ölülerin ruhları için Kur’ândan başka bir şey okumak haramdır.

Aynı şekilde müntesip, teb’a ve taraftarlarını kolayca gemlendirmek, yönetmek ve itaat ettirmek maksadıyla muhtelif dînî cemiyet, cemaat, tarikat ve grupların yönetici, polit büro üyeleri ve üst kademelerine “şahs-ı ma’nevî” denmesinin yanlış olduğuna da kitapta önemli yer ayrılmıştır.

Şahs-ı Ma’nevî dendi mi akla Resûl-i Ekrem (asm) gelir ve şahs-ı ma’nevîyi o temsil eder. Beden kınından bir kılıç gibi sıyrılıp serbest kalarak her ân ümmetinin her hâliyle alâkadar birinin yanında, kitâb ve sünnetle alâkasını koparıp insanları şahısları etrafında toplayıp onları sömüren, onları şahıslarına bağlayıp kayıtsız şartsız kendi mesleğine itaat ettirenlerin şahs-ı ma’nevîden dem vurmaları nasıl mümkün olabilir? Kitab ve Sünnete uyanlar da şahs-ı ma’nevîyi temsil edemez. Olsa olsa bu şahs-ı ma’nevînin bir üyesi olabilir…

MÜSBET HAREKET, EZANA DA’VET, HABLULLÂH’A SARILMA

Daha önce muhtelif kanallarda yayınlanıp Menzil Grubunun tepkisini çeken “Müsbet Hareket ve Ezana Da’vet”in de yer aldığı kitapta ümmetin neye da’vet edilebileceği ve nasıl kurtulacağı geniş geniş işlenmiş. Ezanla “En Büyük”ün Allah ve beşer içinde de Resûlüllah olduğuna dikkat çekilerek günde beş vakit insanların namaza da’vet edildiğinin ve kurtuluşun ancak ihlasla kılınan namazda olduğunun altı çizilmiş.

Allah ve resulünün yanında gavsların, şeyhlerin ve üstâdların ne önemi olduğuna dikkat çekilerek meâlen  ‘Yâ Allah ve yâ rasûlellah’ nidaları cevapsız mı kaldı ki ‘ya ğavs, yâ şeyh, yâ üstâd…’ diyenler var? Kur’ân, Hadîs ve vaktinde, cemâatla, ta’dîl-i Erkânla ve devâmlı kılınan namazla ma’nen Allah’a yaklaşıp tecelliyât-ı zâtiyeye nâil olunamadı mı ki, birer husûsî cadde-i suğra olan tarikat ve mesleklerin âdaplarından medet umar olduk? Eğer kimde ğavslık, şeyhlik veya üstâdlık gibi ma’nevî bir makam ve hüner varsa bununla insanları şahsına değil, Allah’a bağlanmaya çağırsın. Birtakım ârızalarla gevşeme içinde olan insânları hiçbir anlamı olmayan kendi ipinize değil, kurtuluş için yegâne yola, Allah’ın ipi olan Kitâb, Sünnet, İcmâ’a-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukaha’dan ibaret olan Hablullaha sarılmaya da’vet edin.”

SAKAL, CÜBBE. SARIK, ŞALVAR….

“Risâle-i Nur, başka eserlerin okunmasına ma’nî midir?”, “Risâle-i Nur’un hocası yine Risâle-i Nur mudur?”, “Kur’ân ve Hadîs îzâh ve şerh edilirken; Risâle-i Nur neden îzâh ve şerh edilemesin?”, “Başka bir lisana âşinâ olan birinin o dile Risâle-i Nur gibi dînî muhtevaya sâhip eserleri tek başına terceme etmesi câiz midir?” gibi konuların işlendiği kitâbda, kimilerince birer “şeâir” olarak kamuoyuna takdim edilen sakal, cübbe, sarık ve şalvar gibi uygulama ve kisveler üzerinde de geniş geniş duruluyor.

Sakal, cübbe, sarık ve şalvar gibi uygulama ve kisvelerin sünnet olduğu; selâm vermek, namaz ve hac gibi bu ümmete hâs ve İslâmiyeti hatırlatan birer şeâir olmadığı belirtilerek, bu konularla ilgili dînî hükmün bir sünnete uyup uymamakla sınırlı olduğu belirtilmiştir.

Kadınların giydiği çarşaf dışında erkekler için İslâmda cübbe, sarık ve şalvar gibi bir üniforma olmadığı, -edeb ve hayâ duygularını rencide etmeden- bunları örf, âdet ve iklim şartlarının belirleyeceğinin altı önemle çizilmiştir. İslâmiyet açısından cübbe, sarık ve şalvar giyenler için bir meziyet, giymeyenler için de bir kabahat değildir. Giyene “Niçin giydin?”, giymeyene “Niçin giymedin?” denmez. Sahâbe-i kirâm da böyle bir kıyâfet içinde değildi. Vefatlarında kefen olarak kullanılan elbiseleri yetmediği zamân alt veya üst taraflarını otla örterek defnediyorlardı.

Keza sakal da bir sünnet olup şeâir-i İslâmiye değildir. Görüldüğü üzere her dinden ve milletten insanlar muhtelif şekil ve uzunlukta sakal bırakıyor veya kesiyorlar. Bununla ilgili dînî hüküm de bir sünnete uyup uymamakla sınırlıdır. Sünnet niyetiyle sakal bırakan sevabına nâil olduğu gibi; bir sebebe mebni olsun veya olmasın –inkâr etmemek şartıyla- sakalını kesen de günahkâr olmaz.