SON TV

Ele geçirme psikolojisi

İktidar kavgası, en büyük kapitalist, devlet olunca böyle oluyor işte. Devletin kurumlarını ele geçiren, kapitali götürüyor. Oysa bizim partizan cumhuriyet ile mücadelemiz, “ele geçirme” odaklı değil; sistemi kökünden değiştirme ve “demokratist cumhuriyet”i kurmak idi.

1923’te kurulan cumhuriyet, bir süre sonra “partizan cumhuriyet”e dönüşmüş, millet “halk” ve “vatandaş” olarak ikiye ayrılmıştı. (Ulus gazetesinin 1940’larda attığı “Halk plajlara hücum etti; vatandaş açıkta kaldı” manşetini unutmayalım.) O zamanlarda, devlet demek memuriyet demekti ve vatandaş denince devlet memurları gelirdi akla. Bu saçmalığı Demokrat Parti iktidarı, “Yeter söz milletindir!…” diyerek yerle bir etti. “Vatandaş”çı partizan cumhuriyetçiler bunu hazmedemedi ve 27 Mayıs gece baskınını yaptılar. Devletin şakülü o zaman bir kaydı; kayış o kayış!… O günden beri devletin şakülünü düzeltmekle geçti hayatımız. 27 Mayıs’tan beri bir de başımıza “kışlasal cumhuriyet” çıktı; bir de onunla boğuşuyoruz 54 senedir.

1983-1991 arası bir Özal teşebbüsü oldu ama yarım kaldı. 1991 sonrası bir fetret devridir. Hele 1995-1997 arası, tam bir burun buruna mücadele devresidir. O mücadeleyi de 28 Şubatçılar kazandı gibi göründü ama halk 2002’de, 28 Şubatçılardan takır takır hesap sordu. 1999’da himmetle iktidara gelenler, 2002’de sandığa gömüldü.

3 Kasım 2002 seçimleri, Türkiye’nin sistemini kökünden değiştirecek bir bilinçle gerçekleşti. Sistem mağdurları, sistem bekçilerini sandığa gömdüler. Bütün beklentiler sistemin değişmesi idi. Ama olmadı. “Ele geçirmecilik” kolaycılığı iktidarı rehavete gark etti.

2008’den beri yazdık. Türkiye’de uygulanan güçler ayrılığı prensibi, 27 Mayısçıların bu ülkeye bir kazığıdır. Bu ülkede tek erk olmalıdır ve o erk de TBMM olmalıdır. Yürütme ve yargı, bu erkin teknik uygulayıcılarıdır. Yasa değişince onu uygularlar.

Bu ülkede YÖK Başkanı Erdoğan Teziç bile “Biz de erk’in paylaşanıyız” deme cür’etini göstermiştir arkadaşlar. Biraz yüz bulsa, Devlet Su İşleri Genel Müdürü bile erk paylaşanı olacaktı o günlerde.

Bugün yargı patlar elinizde; yarın askeriye, borsa, bankalar, üniversiteler…. Eski Türkiye sistemi, 80 yılda kendini koruyacak refleksler geliştirmiştir. Önemli olan o tahakkümcü, buyurgan refleksleri kırmaktır.

“Güçler ayrılığı” deyip duruyordunuz. İşte gördünüz güçler ayrılığını!… HSYK’yı birileri değil de siz ele geçirseydiniz iyi miydi? Yarın öbürgün sizin HSYK’nızla kavga edecek iktidarlar gelirse ne yapacağız?

İşte YÖK ve üniversitelerin durumu.

Bir formasyon meselesinde 2009’dan beri ne yapacağını bilemeyen bir YÖK’ümüz var. Yaz-boz tahtasına döndü formasyon konusu.

Üniversiteler deseniz dökülüyor. Gezi olaylarında şaşkına dönen üniversiteler, hâlâ gençlikle ilgili projeler üretebilmiş değil. “Rektörler bizden… Oooh!… Yan gel yat!…” havasında iktidar. Yani bütün mesele rektörlerin iktidardan yana olması mıydı sorun? Onun dışında üniversitelerde işler tıkırında mıydı? Hani bu YÖK sistemi değişecekti?…

Bütün devlet sistemini, halkıyla kavga etmeyecek ve mutlak demokrasinin hüküm süreceği bir işleyişe kavuşturmadan bize rahat yok.

Uzun lafın kısası, Başbakan olmasa bütün işler yatar. O tek başına bütün sorunlarla uğraşıyor ve gece gündüz demeden Türkiye’ye yeni ufuklar açmaya çalışıyor.

1960’tan beri süren bu sistem kavgasının (Aslında 1923’ten beri sürüyor da…) sona ermesi için sadece Başbakan’ın gayreti de yetmez. Ve vahim olanı şu ki, bu mesele Ak Parti-Kara Parti meselesi değil, ülkenin geleceği meselesidir. Ben oğlumun ve torunumun, bizim uğraştığımız meselelerle enerjilerini harcamasını istemiyorum; onlar hayatlarını insanca yaşasınlar.